TMMOB, ASF'DE 5 OTURUM GERÇEKLEŞTİRDİ

×

Hata mesajı

  • Notice: _bootstrap_glyphicons() (/srv/www/html/sites/all/themes/bootstrap/includes/common.inc dosyasının 771 satırı) içinde Undefined index: 3.0.
  • Warning: _bootstrap_glyphicons() (/srv/www/html/sites/all/themes/bootstrap/includes/common.inc dosyasının 777 satırı) içinde array_merge(): Expected parameter 1 to be an array, null given.
  • Warning: _bootstrap_glyphicons() (/srv/www/html/sites/all/themes/bootstrap/includes/common.inc dosyasının 781 satırı) içinde array_merge(): Expected parameter 1 to be an array, null given.
  • Warning: _bootstrap_glyphicons() (/srv/www/html/sites/all/themes/bootstrap/includes/common.inc dosyasının 841 satırı) içinde array_merge(): Expected parameter 1 to be an array, null given.
  • Warning: _bootstrap_icon() (/srv/www/html/sites/all/themes/bootstrap/includes/common.inc dosyasının 875 satırı) içinde in_array() expects parameter 2 to be array, null given.
  • Warning: _bootstrap_icon() (/srv/www/html/sites/all/themes/bootstrap/includes/common.inc dosyasının 875 satırı) içinde in_array() expects parameter 2 to be array, null given.

Oda Yönetim Kurulu Başkanı Ali Ekber ÇAKAR’ın yönettiği “Kapitalizmin Krizi, İşsizlik ve Mücadeleler” başlıklı oturumda Ali Ekber ÇAKAR, Odamız üyesi Endüstri Mühendisi Prof. Dr. Hayri KOZANOĞLU ve Prof. Dr. Aziz KONUKMAN birer sunum yaptılar.

"Başka bir dünya mümkün" sloganıyla bu yıl altıncısı düzenlenen Avrupa Sosyal Forumu 1-4 Temmuz 2010 tarihlerinde İstanbul‘da gerçekleştirildi. 36 ülkeden katılımcının yer aldığı ve ana başlığını ekonomik krizlerin oluşturduğu ASF‘ye, TMMOB de 5 seminer oturumu ile katıldı.

ASF kapsamında İTÜ Maçka ve Gümüşsuyu yerleşkelerinde toplam 260 seminer ve atölye çalışması yapıldı. TMMOB de 1 Temmuz Perşembe günü "Yerel Yönetimler ve Kentleşme", "Küresel Enerji Savaşları", "Eğitimin Özelleştirilmesine Hayır", 2 Temmuz Cuma günü "Su Haktır, Ticarileştirilemez" ve "Kapitalizmin Krizi, İşsizlik ve Mücadeleler" başlıklı seminerleri gerçekleştirdi.

2 Temmuz Cuma günü, Makina Mühendisleri Odası Yönetim Kurulu Başkanı Ali Ekber Çakar‘ın oturum başkanlığını yaptığı "Kapitalizmin Krizi, İşsizlik ve Mücadeleler" başlıklı oturumda Ali Ekber Çakar oturum başlığıyla ilgili genel bir sunuş yaptı. Odamız üyesi Endüstri Mühendisi Prof. Dr. Hayri Kozanoğlu küresel kriz ve finansallaşma, Prof. Dr. Aziz Konukman ise krizin Türkiye‘ye yansımaları konusunda birer sunum yaptılar.

Harita ve Kadastro Mühendisleri Odası Genel Sekreteri Ertuğrul Candaş‘ın oturum başkanlığını yaptığı "Yerel Yönetimler ve Kentleşme" başlıklı seminerde Şehir Plancıları Odası Genel Sekreteri Ümit Özcan, HKMO İstanbul Şube Sekreteri Mehmet Uğur Girişken, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Fakültesi Şehir Planlama Bölümü Öğretim Görevlisi Yrd. Doç. Dr. Erbatur Çavuşoğlu ve Peyzaj Mimarları Odası‘ndan Bora Bayrakçı konuşmacı olarak yer aldılar.

"Küresel Enerji Savaşları" başlıklı oturumda Elektrik Mühendisleri Odası Yönetim Kurulu Başkanı Cengiz Göltaş ve Çevre Mühendisleri Odası Yönetim Kurulu Başkanı Murat Taşdemir birer sunum yaptılar.

Oturum başkanlığını TMMOB İstanbul İl Koordinasyon Kurulu Sekreteri Tores Dinçöz‘ün yaptığı "Eğitimin Özelleştirilmesine Hayır" seminerinde ise İnşaat Mühendisleri Odası‘ndan Prof. Dr. Güngör Evren, Maden Mühendisleri Odası‘ndan Burhan Erdem, Makina Mühendisleri Odası‘ndan Tevfik Peker, Gıda Mühendisleri Odası Yönetim Kurulu Başkanı Petek Ataman ve Peyzaj Mühendisleri Odası‘ndan Ozan Yılmaz konuştular.

İnşaat Mühendisleri Odası‘ndan Murat Gökdemir‘in oturum başkanlığını yaptığı "Su Haktır, Ticarileştirilemez" seminerinde Ziraat Mühendisleri Odası İstanbul Şube Başkanı Ahmet Atalık, Gıda Mühendisleri Odası Marmara Bölge Şube Başkanı Bilge Ölmez, Çevre Mühendisleri Odası Yönetim Kurulu Başkanı Murat Taşdemir, Peyzaj Mimarları Odası Genel Sekreteri Redife Kolçak ve Prof. Dr. Beyza Üstün konuşmacı olarak yer aldılar.

ASF Binlerce Kişinin Katıldığı Yürüyüşle Sona Erdi

ASF‘nin son gününde binlerce kişi, işsizliğe, küresel krize ve savaş politikalarına karşı emek mücadelesinin küreselleşmesi istemiyle Osmanbey‘den Taksim‘e yürüdü.

Türkiye‘nin dört bir yanından ve Avrupa‘nın çeşitli ülkelerinden gelen sendika, emek, meslek örgütü, demokratik kitle örgütleri, siyasi parti temsilcileri ve aktivistler İstanbul‘da 3 gün süren panel ve toplantıların ardından yapılan yürüyüşle emek sömürüsüne, küresel kriz, kapitalizmin saldırısı, eşitsizlikler ve ayrımcılığa birçok dilde sloganlarla "hayır" dediler.

Taksim Gezi Parkında toplanan kalabalığa hitaben Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) Başkanı Süleyman Çelebi, KESK Genel Sekreteri Emirali Şimşek ve TMMOB Yönetim Kurulu Başkanı Mehmet Soğancı birer konuşma yaptılar.

  

Oda Yönetim Kurulu Başkanı Ali Ekber Çakar‘ın gerçekleştirdiği sunum metni aşağıdadır.

Küreselleşmenin Krizi, İşsizlik ve Mücadele

Küreselleşme: Emperyalizm

Öncelikle temel bir belirleme ile başlamak istiyorum. Küreselleşmenin krizi deyince, bunu, emperyalizmin krizi diye anlamalıyız. Zira küreselleşme, kapitalizmin başından beri içinde olduğu açık bir yönelimdir. Kriz de kapitalizme özgü devrevi özellikleri olan, yapısal bir durumdur.

Küreselleşme, sermayenin, metaların, ticaretin ve finansal hareketlerin emperyalist kapitalizmin lehine dünyaya yayılarak bir dünya egemenliği oluşturulmasıdır.

Küreselleşme olgusu, emperyalist merkezlerdeki çok uluslu şirketlerin çıkarları ve denetiminde yürütülen mal ve hizmet ticareti ile uluslararası finansal sermaye hareketlerinin dünya piyasalarındaki serbest dolaşımı ve egemenliği süreçlerinden oluşmaktadır.

Günümüzde finans sermayesi, sanayi sermayesinin önüne geçmiştir. Genişleyici mali politikalar ve sosyal devletin yerini "faiz dışı fazlalar" elde etmekle yükümlü yeni bir devlet almıştır.

Azgelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin dış ticaretlerinin serbestleştirilmeye yani liberalizasyona zorlanması ile bu ülkeler birer ithalat ve ucuz işgücü deposu haline dönüştürülmüştür.

Özelleştirme ve doğrudan yabancı yatırımlar ile bu ülkelerin kamusal varlıklarına yok pahasına el konulmakta, "bağımsız üst kurullara dayalı denetim ve yönetişim" uygulamaları ile ulus ötesi şirketlerin ve uluslararası finans sermayesinin doğrudan denetimi altına sokulmasına dayalı "yeni sömürgeleştirme" biçimleri geliştirilmektedir.

Küreselleşme süreçlerinin 1980 sonrası yeni aşamasında birbirleriyle iç içe iki evre yaşanmıştır. Her iki evrenin uygulamaları, emperyalist/kapitalist merkezlerin gereksinimlerine göre şekillenmiştir.

Birinci evrede; ekonomik süreçler ön plana çıkmaktadır. Ticaretin serbestleştirilmesi, sermayenin önündeki engellerin kaldırılarak tek tek ülkelerin uluslararası finans ağ ve organizasyonlarına eklemlenmesi ve bu hedeflerle uyumlu kuralsızlaştırma (de-regülasyon) yani serbest piyasa işleyişi ve özelleştirme politikaları egemen kılınmıştır. Bu evrede devlete tanınan işlev "ekonomik rasyonalite" adına küçümsenmiş ve küçültülmüştür.

İkinci evrede ise; piyasayı düzenleyici bir devlet (re-regülasyon) yaklaşımı benimsenmiştir. Ancak devlete tanınan bu etkin rol, "sosyal devlet" ya da "refah devleti" dönemindeki devletin etkinliğinden farklı olarak, piyasanın kuralsız mutlak egemenliğini sağlayıcı ve uluslararası eklemlenme sürecini tamamlayıcı hukuksal, yasal ve kurumsal düzenlemelerle sınırlı bir düzenleyiciliğe ilişkindir. Böylece az gelişmiş ve gelişmekte olan ulusal devletlerin küresel ölçekli sermayenin "tek hukuk" sistemine dahil edilmesinde mesafe kat edilmiştir.

Küreselleşme adı altında emperyalizmin dünyaya dayattığı uluslararası işbölümü uyarınca, örneğin Türkiye sanayisi sanayisizleştirme, KOBİ‘leştirme ve yüksek ithal girdiye bağımlı fason üretim ve ihracata yönlendirilmiştir. Hukuk ve devlet yeniden yapılandırılmıştır. Bu tam bir emperyalist operasyon ve yoğunlaştırılmış emperyalist sömürüye işaret etmektedir.

Finansal balonlar ve kriz

Kriz faktörleri, dünyada ve Türkiye‘de, kapitalizme yapısal bir içerikle birikmeye başlamıştır.

Neo liberalizm denilen kapitalizmin son 30 yıllık dönemi, bütün özelikleriyle; sektörel ve finansal yapı özellikleriyle bir uzun dönemin, aslında sona ermekte olan 200 yıllık bir modelin krizidir.

1970‘lerden beri kapitalizm, sermayesinden çok krediye ve salt finansal mekanizmalara, hareketlere dayanma yönelimindedir.

Şöyle örnekleyebilirim: Dünyanın yıllık toplam üretimi 60 trilyon dolar, Amerika‘nınki ise 14 trilyon dolar; fakat kâğıtlara yazılı taahhütlerin, borçların toplamı 600 trilyon dolar. Yani üretim düzeyi ile finansal hareketlilik arasında, çok büyük bir uçurum bulunmaktadır.

ABD kapitalizminin önayak olmasıyla finans araçları son 20 yılda o kadar çok çeşitlendi ki, değersiz kâğıtlara, banka mevduatı kadar değerli olmayan, reel tasarrufları temsil etmeyen teminatlara finans aracı muamelesi yapıldı.

Bu aşırı finansal şişkinlik, öyle bir noktaya ulaştı ki, reel işleme geçilmek istenince finansal kuleler yıkılmaya başlıyor. 2008‘in Eylül ayından beri dünyada yaşananın özeti budur.

Toplumcu iktisatçılar, serbestleşme politikalarıyla, reel sektörde kullanılan her 1 dolara karşılık, dünya finans piyasalarında 25-30 dolarlık bir işlem hacmi gerçekleştiğini; 1970‘lerde günde yaklaşık 190 milyar dolar hacmi olan döviz piyasası işlemlerinin günümüzde 1,8 trilyon dolara ulaşmış olduğunu saptıyor ve bu rakamın dünya ticaret hacminin 70 misline ulaştığını belirtiyorlar.

Uluslararası kızışma dönemi

Bu durum ile birlikte dikkat çeken bir olgu da Ortadoğu, Asya ve Afrika‘ya doğru, doğal kaynaklar ve önemli hammadde kaynaklarına el koymak için Amerikan yayılmacılığının artışıdır. Diğer yandan emperyalist kampı temsil eden ABD‘nin bu hırsı, uluslararası hukuku da ortadan kaldırmıştır.

Şimdi sorulması gereken soru şudur: Dünya Amerika‘yı finanse etmeye devam edecek mi? Uluslararası hukuk yeniden kurulabilecek mi? Bu soruların yanıtları ancak önümüzdeki dönemde verilebilecektir.

Belki de dünya yeni bir emperyalist paylaşım savaşının eşiğine gelecektir.

Ama şimdiden önemli gelişmeler söz konusudur. Çin, 2 trilyonluk büyük bir dolar rezervine sahiptir, ABD‘yi gerek finansal (bono, tahvil alımı v.s. yoluyla) gerekse tüketim düzeyi olarak neredeyse Çin finanse etmektedir.

Bu noktada, dünyada ekonomilere nasıl bir yön verilmesi gerektiği arayışları eşliğinde Çin ile ABD arasında dolar yerine başka bir para birimini geçirme görüşmeleri yapılmaktadır. Çin dolar dışı para birimi arayışlarını artırmakta, bu konuda Rusya ve Brezilya ile birlikte arayış geliştirmekte, bu ülkeler arasında Çin parasının kullanıldığı ticarete geçiş yapılmaktadır.

Bu gelişmeler son uluslararası toplantılara da yansımıştır. Kapitalizmin 1970‘lerdeki krizinin ürettiği G7 ve sonra Rusya‘nın katılımıyla oluşan G8 ve şimdi de G20‘nin IMF‘deki etkinliği, özel olarak da BRIC ülkeleri denilen Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin‘in etkinliği artmıştır. Öyle ki BRIC ülkelerinin ekonomik büyüklüklerinin kısa zamanda G7 ülkelerini aşacağı artık açıkça görülür olmuştur. 2050 yılında dünyanın 5 büyük ülkesinden 4‘ünün BRIC ülkeleri olması söz konusudur.

Krizin boyutları

Bugün dünya ve Türkiye‘de krize ilişkin başlıca iki yaklaşım bulunmaktadır. Bunlardan biri Türkiye‘nin televole iktisatçıları ve siyasi iktidarına hakim olan bir yaklaşımdır. Bu yaklaşım, demagojik bir içerikle, krizin V harfi şeklinde bir seyir izleyeceği beklentisini yaymaktadır. Buna göre küçülme var ama çıkış da olacak, oluyor denilmektedir.

İkinci ve gerçekçi olan yaklaşım ise krizin L harfi ve L‘nin alt çizgisinin yani durgunluğun uzayacağı öngörüsünü dile getirmektedir. Zira bütün göstergeler ve halkı aldatmayan yorumlar bu yöndedir.

Her şeyden önce bilmeliyiz ki, bu bunalım, kapitalizme özgü yapısal sorun ve döngüler ile özellikle soğuk savaş sonrasında şımarık bir şekilde sürdürülen "tam serbestleşme/liberalizasyon" politikalarının açık bir sonucudur.

Tüm dünyada serbestleştirmeyle birlikte finansal sermayenin kısa dönemli, spekülatif nitelikli kararlarının sanayileşme hedeflerinin önüne geçtiği bir dönem, bir tür "lale devri" yaşanmıştır. Türkiye‘de bütün iktidarlar ve en son AKP iktidarı, üretim, yatırım, planlama ve sanayileşmeyi dışlayan sanal para hareketliliği, piyasaya sürekli sıcak para girişini sağlama ve dış borçlanmanın önde gelen aktörleri olmuşlardır. Şimdi esas olarak bu dönemin son bulduğunu görüyoruz.

Neo liberalizmi tartışılmaz ve geri döndürülemez kaçınılmaz bir süreç olarak gösterenler dahi, neo liberalizme karşı alternatif arayışlarına giriyorlar.

Küresel ekonomiyle yakın bağları olan hiçbir ülke bu krizden zarar görmeden kendisini kurtaramayacaktır. Özellikle Türkiye gibi kendi kaynaklarını kullanamayan, emperyalizme bağımlı ülkeler bu krizden daha da fazla etkilenecektir.

Bu noktada şunu iyi kavramalıyız diye düşünüyorum: Kapitalist ekonomi krizlerle işler ve krizleri çalışanlara ödetir. Genel planda ise emperyalizm krizleri azgelişmiş ve orta gelişmişlik düzeyindeki ülkelere yayarak kendi refah ve sömürüsünü sürdürür.

Türkiye ekonomisi ve kriz

Türkiye ekonomisi, hep krizlerden geçmektedir. Son 40 yıla bakarsak, 1970‘lerde de kriz vardı, 1980‘lerde de.  bir krizdi, 1988 krizdi, 1994 krizdi, 1999 krizdi, 2001 krizdi. Bu Türkiye kapitalizminin özellikle 1980‘den sonra yaşadığı olağan bir durumdur.

1970‘lerdeki krizler, dönemin popülist bölüşüm politikaları nedeniyle örneğin üreticiye yüksek taban fiyatı vererek bütçe açığı oluşması gibi unsurlara sahipti. 1990‘lardaki ikinci tür krizlerde "yönetişim" yanlışları vardı, aşırı risk alan şirketler ve bankalar oluk oluk borçlanıyordu, çünkü kurtarılacaklarını biliyorlardı. Ama bu seferki hem birikmiş hem de kapitalizmin tam da bağrındaki sistemik bir krizdir. Finansal bir kriz değil, doğrudan reel ekonomi krizidir.

Artık devletler iflas ediyor. Dün Arjantin‘i, Meksika‘yı, Dubai‘yi konuşuyorduk, şimdi Yunanistan‘ı, İspanya‘yı, Portekiz‘i konuşuyoruz, yarın İzlanda‘yı, Macaristan‘ı, İtalya‘yı, İngiltere‘yi ve başkalarını konuşacağız.

Bu duruma nasıl gelinmiştir, Türkiye özgülünde buna da değinmek gerek.

Türkiye sanayisi 1960‘lardan bu yana çeşitli evrelerden geçerek, iktidarlara, dünya ve ülke konjonktürüne, IMF, DB, Gümrük Birliği, AB, DTÖ tarafından belirlenen politikalara bağlı olarak önemli dalgalanma ve krizlerin içinden geçmiştir.

Planlı kalkınma hareketinden başlayarak, montaj sanayi, ithal ikameci yöntemler, ihracata dönük sanayi modeli ve fason üretime yönelen bir sanayi politikasına kadar uzanan yapılaşmanın doğrudan sorumluları Türkiye‘yi yönetenler olmuştur.

Özellikle 24 Ocak 1980 kararları ile başlayan süreçte, 1982 Anayasasına da yansıtıldığı üzere kalkınma planlaması devletin temel ve öncelikli görevi olmaktan çıkarılmış; ekonomik ve sosyal kalkınmanın birlikte gerçekleştirilmesi ve bu amaçla sanayileşmeye öncelik verilmesi gibi uzun erimli hedeflerden uzaklaşılmıştır.

Sanayi ve tarımda sübvansiyonlar büyük ölçüde kaldırılmış, KİT yatırımları durdurulmuş, büyük ölçekli sanayi kuruluşları ile stratejik kuruluşlar özelleştirilmiş, sabit sermaye yatırımlarında gerileme yaşanmış, Gümrük Birliği hedefleri doğrultusunda tüm sektörlerde korumacılık asgariye indirilmiş, Türkiye sanayisi eşitsiz koşullarda küresel rekabete açılmıştır. Öz kaynaklardan çok ithal kaynaklar girdi olarak kullanılmış, küresel güçlerin dayattığı iş bölümü ile fason üretim ve taşeronlaşma egemen kılınmış, kaynak tahsisinin piyasalar yoluyla sağlandığı bir sanayi modeline geçilmiştir.

Bu model uyarınca mamul mal ve teknoloji üretimi ve ihracında Türkiye baskı altında tutulmuş ve bu temel girdilerde ithalata bağımlı kılınmıştır. Türkiye dış ticaretinin serbestleştirilmesiyle birlikte ülkemiz ithalat ve ucuz işgücü deposu haline dönüştürülmüştür. "Özelleştirme" ve "doğrudan yabancı yatırım"lar ile kamusal varlıklara yok pahasına el konulmuş, Türkiye‘nin ulus ötesi şirketler ve uluslararası finans sermayesinin doğrudan denetimi altına sokulmasına dayalı "yeni sömürgeleştirme" biçimleri geliştirilmiş; "yatırım" kavramı artık tek bir hedefe, "yabancı sermayeyi davet etme"ye odaklanmıştır.

2000‘li yılların Türkiye ekonomisi ve sanayii, yukarda değindiğim büyük bir likidite bolluğu içinde var oldu; çok kolay kredi aldı. Türkiye‘ye 160-180 milyar dolar kayıtlı paranın girdiği söyleniyor ki, hiçbir dönemde böyle bir para girmedi. Kısacası Türkiye‘ye yapay bir bolluk yaratma senaryosu vardı. Ama Türkiye‘ye gelen her 1.000 dolar, sıcak paraya verilen yüksek faizle bir yılda 1.400 dolar olarak dışarı çıkıyordu, hala da öyle.

Bu süreçte, DTÖ anlaşmalarından biri olan Hizmet Ticareti Genel Anlaşması ile mühendislik hizmetleri dahil enerjiden suya, sağlıktan eğitime, sosyal güvenlikten ulaşıma kadar tüm toplumsal hizmetler uluslararası ticarete açıldı.

Bu politikaların biriktirdiği olumsuzluklar içinde bulunduğumuz krizde yüzeye çıkmıştır.

2010-2011-2012 bütçelerinin yarısının borç ve faiz ödemelerine gidecektir.  Türkiye ekonomisi, cari açığını dış borçla kapatan, sıcak para akışına mahkum, yüksek cari açık, yüksek dış borç ve süreklileşmiş işsizliğe ve krizlere dayalı kırılgan bir yapıya sahiptir.

Bazı sosyal göstergeler ve işsizlik

Sanayi ve ekonominin genelindeki durum ile işsizlik, çalışma yaşamı, gelir adaletsizlikleri, işçi sağlığı ve iş güvenliğine ilişkin yaşamsal sorunlar tamamen birbirleriyle bağlantılıdır.

İstihdam hizmet sektörlerinde % 55‘e ulaşmış, tarımda % 25‘e, sanayide ise % 20‘ye gerilemiş durumdadır.

2002-2006 arası, yani yalnızca AKP iktidarı döneminde sanayide % 16, krizle birlikte ise % 20 oranında istihdam gerilemesi yaşanmıştır.

Yoksulluk sınırındaki insan sayısı 15 milyonu aşmış, TÜİK‘in rakamlarıyla, 5 kişiden birinin yoksulluk, 20 kişiden birinin de açlık sınırı altında yaşadığı bir Türkiye söz konusudur.

İstihdamın % 43‘ü kayıt dışı ve herhangi bir sosyal güvenceye bağlı olmaksızın çalışmaktadır. İşsizliğin yaygınlığı, kayıt dışı ve düşük ücretli istihdamı meşrulaştırmaktadır.

İş sağlığı ve güvenliği politikaları 50‘den az işçi çalıştıran toplam işyerlerinin % 98,5‘inde bulunmamaktadır.

İş Yasası esnek ve kuralsız çalışmayı, işçileri başka işverenlere kiralamayı, taşeronlaştırmayı, kıdem tazminatlarını, fazla mesai ücretlerini, sendikal hak ve yetkileri budamaktadır.

Serbestleştirme, kuralsızlaştırma ve özelleştirmeler, Sosyal Güvenlik, Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası gibi yasalar ile çalışma yaşamı ve toplumsal yaşam insani vasıflardan uzaklaştırılmıştır. 

Türkiye işsizlikte OECD sıralamasında birinci, gerçek işsizlikte % 24 ile dünya birinciliğine aday konumdadır. İşsiz sayısı son 2 yılda % 35 artmış, kriz döneminde 2,5 milyon insan işsiz kalmıştır.

Eğitimli nüfusta işsizlik oranı % 25-30‘lar civarındadır ve hep artmaktadır.

Ancak şunu da netlikle bilmeliyiz ki, kapitalizmin doğal eğilimi belli bir işsiz stokunu hazırda tutmaktır. Bu dönemde de bu yedek işçi stoku büyümektedir. Kapitalizm ve krizler işsiz kitlesini hep büyütmektedir.

İflas, üretimi durdurma, üretime ara verme, fazla mesai ücreti ödememe, ücret ödemesini geciktirme, ücret düşürme, izinlerin erken kullandırılması ve uzatılması, ücretsiz izin, kısa çalıştırma, esnek/güvencesiz çalışma biçimleri erken emeklilik ve işten çıkarma olguları emekçilerin yaşamını zehir etmektedir.

IMF‘nin gözetimi altına giren tüm ülkelere, "daralın, parasal daralma yapın, faizleri yukarı çekin, kamu harcamalarını indirin, özellikle kamu harcamalarının ücretlere dönük öğelerini indirin, işgücü piyasasını da esnekleştirin" reçeteleri sunuluyor. Bizdeki "İstihdam Stratejisi"nin çerçevesi de budur.

Bir süre önce uygulamaya konulan "İşsizlik Sigortası Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun" ve diğer bütün önlemler tüketimi kamçılayacak, orta sınıfları tüketim bağımlılığından koparmayacak bir içerikte ve büyük sermaye lehine önlemlerdir.

Yapılması gerekenler

Açıklıkla saptamak durumundayız: Neo liberal serbest pazar ekonomisi iflas etmiştir. Türkiye‘nin kaynaklarının yeni borç ve faiz ödemeleri ile heba edilmesine artık daha güçlü bir şekilde dur demek gerekmektedir.

Önümüzdeki dönemin sosyal mücadeleleri, sınıf mücadeleleri belirli bir ekonomik politik bütünlükte yürütülmek ve talep ve yönelimler buna göre belirlenmelidir.

Türkiye‘nin önünde tek seçenek bulunmaktadır. Bütün dış ilişkilerini gözden geçirerek, bağımsızlığı benimsemek; planlı bir kalkınma ve istihdam odaklı sanayileşmeden, etkin ve yatırım kararları ile bütünleşmiş, mühendisten, bilim, Ar-Ge ve teknolojik gelişmeden yana, kendi kaynak ve-birikimlerine dayalı bir ülke ve ekonomi yaratmak, pekâlâ olanaklıdır.

Bu kapsamda öncelikle, IMF, DB, DTÖ v.b. uluslararası finans kuruluşlarının dayattıkları "yapısal uyum ve istikrar programları"nın reddedilmesi, Gümrük Birliği anlaşmasının askıya alınması ve dış borçlara dair cesur kararlar alınması önem taşımaktadır.

Kamuyu küçülten özelleştirmeleri durduracak, ülkemizin zengin kaynaklarını ülke, kamu ve toplum lehine değerlendirecek stratejilerin benimseyecek, sağlık, sosyal güvenlik, araştırma-geliştirme gibi alanlara kaynak aktaracak, eğitimin eşit ve parasız olduğu, gelir dağılımını düzeltecek, sağlık ve sosyal güvenlik hizmetleri ile ulaşım, enerji, haberleşme olanaklarından en ucuz bir şekilde yararlanılabilecek, bölgesel eşitsizlikleri giderecek bir sosyal kalkınma anlayışının egemen kılınması gerekmektedir.

Üretim, istihdam, ihracat, ithalat, gelir ve servet vergisi, finansal gelirler, işsizlik sigortası fonunun kullanımı, döviz kuru ve sermaye hareketleri alanlarında Türkiye‘nin çok radikal adımlar atması gerekmektedir.

Üretime, istihdama katkısı olmayan gelir ve servet türlerini hedefleyen radikal bir vergi reformu ivedi önem taşımaktadır.

Sermaye gelirleri üzerindeki vergi yükü yaygınlaştırılmalı, öncelikle finansal işlemler vergilendirilmeli, borsa ve döviz işlemleri üzerine finansal işlem vergisi uygulamaya konulmalıdır.

Uluslararası hareketlere açık yapısıyla Türkiye‘nin uluslararası mal ve finans piyasalarından gelecek kriz dalgalarına sadece faiz oranlarında günlük ayarlamalarla karşı koyması olanaklı değildir. Sermaye hareketleri denetim altında tutulmalı; yabancı sermaye giriş çıkışı, yurtdışından borçlanma ve sıcak para hareketleri sınırlandırılmalı, sermaye hareketlerinin kısa vadeli öğeleri caydırılmalı; ulusal ekonomi spekülatif saldırılara karşı korunmalıdır.

Küreselleşmenin emeği baskı altına alan stratejisine karşı, üretim ve ekonomiyi genişletici tam istihdam politikasını, İşsizlik Sigortası Fonunun yalnızca işsizler için kullanımını, 4857 sayılı İş Yasasının "esnek" istihdamın önünü açan ve işten çıkarmayı kolaylaştıran hükümlerinin iptal edilmesini, çalışma saatlerinin azaltılmasını, iş güvencesinin herkese tanınması ve güvencesiz çalışma biçimlerinin yasaklanmasını propaganda etmeliyiz.

Ancak böylece Türkiye‘yi barış ve gönenç içinde yaşanabilir kılmak olanaklıdır.

Planlama, sanayileşme ve kalkınmada halkçı, toplumcu bir model ve bağımsız bir siyasi irade ile bunu gerçekleştirmek olanaklıdır.

Demokratik, toplumcu, eşitlikçi ve özgür, başka bir Türkiye mücadelesi, TEKEL işçilerinin direnişinin ve son 1 Mayıs‘ın izinde işçiden kamu çalışanına, işi olandan işsizine, formel-enformel sektör emekçilerinin ortak mücadele ve örgütlenme deneyimlerinin geliştirilmesine, toplumcu güçlerin birliği ve ortak reflekslerine dek belirli bir bütünlük, birleştiricilik içinde ele alınmayı gerektirmektedir.

TEKEL işçilerinin direnişi, Yunanistan‘daki emekçilerin genel grevleri ve birçok ülkedeki direnişler önümüzdeki yeni dönemin sınıf mücadelelerine dair önemli umutlar yaratmıştır. Şimdi görev, bu umutları ideolojik, ekonomik, siyasi bir bütünlük içine oturtarak ete kemiğe büründürmektir."